Blogger tarafından desteklenmektedir.
RSS

Angel Eyes [Korean Drama]



Jo Jung Hee - Blue Bird(Angel Eyes OST)

Merhaba uzun zaman oldu yazmayalı.
Bu aralar ciddi anlamda kore dizilerine taktım. İki üç günde bir dizi bitiriyoruz.
Geçen 2014 yapımı Angel Eyes'i bitirdik.

Öncelikle söyleyeyim bu dizide içim çıktı. Çok ağladım, çok kızdım.
Eski türk filmlerini seviyorsanız, göz yaşı döküyorsanız onlarda doğru yerdesiniz.
Çok ağlayan biri değilimdir. Hele filmlere, dizilere ağlamam hiç -ki Babam ve Oğlum'un meşhur sahnesine kahkahalarla gülmüşümdür- ama bu koreliler beni ağlatabiliyorlar!
Annem ağlayan beni görünce bir şok oldu. Sonra diziyi bırakıp benimle dalga geçti eheh

Neyse dizimize dönersek, çoook muhteşem uhuuuu diyemeyeceğim. Çünkü keşke şöyle olmasaydı dediğim çok yer oldu. Ama bir yandan da çok sevdiğim yerleri de oldu.

İsmi hoşuma gittiği ve yeni bir yapım olduğu için hakkında yazılanlara falan bakmayıp başladım. İlk bölümü o denli güzel, sevimliydi ki bayılarak izledim.


Öncelikle genç Yoon Soo Wan ve Park Dong Joo harikalardı. Birbirlerine o kadar gitmişler ki, onları izlerken ister istemez sırıtıyorsunuz. Nam Ji Hyun ve Kang Ha-Neul ileride çok göreceğimiz genç oyuncular. İkisi de bu yaşta baya yapımda yer almışlar zaten. Nam Ji Hyun anladığım kadarıyla bir Kpop grubunda da yer almış. 

İkisinin de gülümsemesine hayran kadım. Böyle güzel gülünür mü arkadaş. Kız o kadar şirin ki saçma sapan davransa dahi kızamıyorsunuz. 

Şimdi konuya gelirsek Yoon Soo Wan annesi ile arabada tatile gidiyordur bir tünele girerler ve tünel çökmeye başlar. Yardım ekipleri gelir, o ekipte Park Dong Joo'nun babası onu arabadan çıkarır tam gidecekken Soo Wan'ı verir dönüp annesini çıkarmaya gider. Lakin patlama olur ve tünel çöker. 

Bu olaydan sonra Yoon Soo Wan kör olur, arkadaşıyla beraber eski evlerinde yaşarlar, babası bunalımda olduğu için eve çok gelmek istemez.

Yoon Soo Wan kör olmasına rağmen annesinin izinden gider gözlemevinde çalışır ve kör değilmişçesine yaşar. 

Park Dong Joo ise lise son sınıftadır çok başarılı bir öğrencidir. Annesi yemek yapar, Dong Joo sabah erken saatlerde evlere dağıtımını yapar. 
Yoon Soo Wan'ı çok beğenir onu gizli gizli izler. Onun defalarca yıldızlarla ilgili ezber yaptığını görür ve oda ezberler izlerken :) 
Bir gün okul ile beraber gözlemevine giderler orada Soo Wan'ı görür tam gidecekken kız döner geri geri gider. Dev ekranda yıldızların tanıtımını sevdiği kız yapacaktır (dizinin en güzel yeri burasıydı)
Soo Wan bir yerde tekler sinevizyonu değiştirmeyi unutur, ona gidip gizlice yardım eder. 
Konferans bitince kız teşekkür etmeden önünden çeker gider. 





Sonra ne yapar eder Park Dong Joo kızın gönlünü kazanmayı başarır. Annesi Jung Hwa ve küçük kardeşi Hye Joo ile tanıştırır ve artık Soo Wan aileden biri olur. Jung Hwa'yı kendi annesi gibi sever. 
Onların sıcaklıkları ile sarmalanır. Artık her gece "yarın umarım ölürüm" demekten vaz geçip "yarın umarım yaşarım" demeye başlar. Park Dong Joo sevdiği kız için her şeyi yapar, ona kitap okur, bungie jumping yaparler beraber, bisiklete binmeyi bile öğretir. 
Bundan sonrasını izleyin ve görün oralarda içim çıktı. 




Böyle mutlu olan insana bayılınmaz mı ya?
Sonra dizimiz bir sürü trajedinin ardından aradan 12 yıl geçmiş bir şekilde devam eder. 

Açıkçası diziye en büyük eleştirim 12 yıl sonrasını yine aynı oyuncularla yapabilirlerdi. 
Kang Ha Neul'un saçlarını kesip daha erkeksi bir hale soksalardı, Nam Ji Hyun'un saçlarını değiştirselerdi olmuştu. 
Ama gidip farklı, 30'lu yaşlarında olan oyuncular -asıl başrol- Ku Hye Sun ve Lee Sang-Yoon ile devam ettiler. 
Ha şöyle bir şey var onlarda harika oynadılar. Özellike nasıl Kang Ha Neul'un gülüşünü çok sevdiysem, Lee Sang-Yoon'un gülümsemesine de o kadar bayıldım. 
Zaten Park Dong Joo karakteri ciddi anlamda çok çok harika bir karakter. Böyle insan mı olur, mükemmel bir oğul, mükemmel bir abi, mükemmel bir aşık, mükemmel bir arkadaş, mükemmel bir doktor. 

Yoon Soo Wan ise dengesizin tekiydi hele sonlarda ciddi ciddi köprüden atasım geldi. İlk zamanlardaki hali ile sonraki hali arasında o denli uçurum var ki, tamam büyümüş değişmiş olabilir ama oturmamış kişiliği insanı bayıyor bir süre sonra. Hele o korkunç kıyafetleri ile daha bir gıcık oluyorsunuz. 12 yıl önce harika tatlı giyinen kız, felaket giyiniyor. Her bölümde o öyle mi giyinir, o ayakkabının hali ne, o ceket onunla olmuş mu diye diye bir hal oldum. 


Yoon Soo Wan'ın babası doktor Yoon Jae Boom ve Park Dong Joo arasındaki ilişki yine gözleri yaşartacak cinstendi. Çok spoiler olmasın diye anlatamıyorum çatlayacağım :)
Aşağıda da adam Fridevs Yöreoğlu gibi oluyor dedik ama ağlama şekli buymuş, normale döndü sonra.
Zaten babasını oynayan oyuncu dizilerin çilekeş aşkını yaşayamamış babası. Love Rain'de de yine bu tip bir baba olarak karşımıza çıkıyor adam üzüle üzüle bi hal oldu :)


 İkinci erkek Personal Taste, I Need Romance'lardan bilinen Kim Ji Suk.
Sevdiğim bir aktör ama gıcık olmadım değil. Dizinin sonunda ona da çok üzülüyorsunuz.
Adamın yalnız Dylan demesi beni öldürdü he. Dillllllllllllllllllııın!

Ve bir gelenek bozulmadı, dizilerde banyoda bunalıma girmiş düşünen baklavalı seksi adam triplerini gördük yine.


Bu bebiş felaket tatlıydı. Sürekli ağlaması olmasa tam yemelikti :))

İtfayeci takımını ve özellikle Park Dong Joo'nun kardeşi Hye Joo'ya bayıldım. 
Dizinin en tatlı kadını açık ara oydu. 


Dong Joo'nun marifeti. Adam Amerikadayken Soo Wan'ın her doğum gününde hediye almış biriktirmiş. Beğendiği şeyleri almış, bir sürü kayıt yapıp, mektup yazmış. Aaaa tamam böyle bir insan olmadığını varsayarak izledik.






Bu korelilerin birbirine söz verme olayı.


Olumsuzluklarına rağmen dizi gayet güzel, mekanlar ve Park Dong Joo karakteri için bile izlenir. Bu dizide çok ağladım, yeri geldi ay hasta olmuşum burnumu o yüzden çekiyorum triplerine girdim :)
Bundan sonra böyle dramlı izlemeyeceğim demiştim ama şimdi izlediğim dizi komik başladı feci drama bağladı ah bu koreliler!
Bir de özellikle 2014 dizilerinin görüntü ve çekim kalitesi çok çok iyi oldu. Dikkatimi çekiyor ciddi ciddi. Sadece mekanları için bile izletiyorlar.
Dizinin müzikleri de çok harika özellikle buraya eklediğim Blue Bird'e taktım ben. Onunla sizi bırakayım. 





İyi Seyirler...

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kış Uykusu | Winter Sleep - Nuri Bilge Ceylan


Kış Uykusu ödül aldığında o denli mutlu oldum ki, gözlerin dolmuştu. 
Sonra tabii bu filmi izlemeliyim mutlaka dedim. Aslında bu tip filmleri izleyen biri değilimdir. Sanat filmlerinden sıkıldığım için muhtemelen filmi anlamam kesin diyerek gittim. 
Ama hayran olup, başım dönmüş bir şekilde -metafor değil- çıktım. 
Bundan sonra bütün Nuri Bilge Ceylan filmlerini tek tek izleyeceğim. 

Aslında yazmak bana düşmez diye buraya yazmayacaktım ama Akif Beki'nin yazısını okuyunca, o bile yarısında çıktığı, izlemediği film hakkında yazabiliyorsa yazayım artık dedim. 

Film bu aralar benim sürekli düşündüğüm bazı mevzulara o kadar açıklık getirdi ki, işte ya evet bu! diyerek çıktım. 


 Konu Kapadokya'da otel sahibi olan tiyatrocu, yazar Aydın bey'in kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) ve karısı (Melisa Sözen) ile yaşamlarından bir kesit sunuyor.

Entelektüel birikimi olan, aydın insanların burjuva hayatlarına bir bakış atıyoruz. Hiç bilmedikleri hayatları eleştiren, tepeden bakan, sahte, maskelerin kuşanıldığı kaybolmuş hayatlar.

Özellikle insanların başkalarına yardım ederken takındıkları tavır benim kafamı son zamanlarda en çok kurcalayan konuydu.  O kadar net bir şekilde yüzüme çarptı ki, resmen cevap niteliğinde oldu bu film.

Yardım meleği olmak hoşunuza gidebilir, ama bu gerçekten melek olduğunuz anlamına gelmez.

Oyuncular üstün performansta rol yapmışlar. Ağır ilerleyen, bol dialoğu olan ve o tartışmalarda bir yerden sonra köşede oturmuş onları izliyormuşsunuz gibi olan bir havası var.

Sadece bir iki yer son derece rahatsız etti. Onlar da hayvanların oldukları sahneler ki hiç gerek olmayan bölümlerdi bence. İzlerken gerildim istemsizce ve hiç hoşuma gitmedi. Özellikle o atın bakışını hiç unutamayacağım.



Nejat İşler'i her gördüğüm sahnede gözlerim doldu. Paraları sayarken içim acıdı. 
Ama o rol tam onun üstüne yazılmış


Mekanlar, görüntüler tabii doğal olarak çok güzeldi. Yaz olmasına rağmen sinemada klima çalıştığı için donduk ve resmen oradaymışız gibi iliklerimize kadar üşüdük. 

Vizyondan kalkmadan mutlaka gidin izleyin. Ben şahsen bu filmin daha çok ödül almasını istiyorum. 

İyi Seyirler...


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Blue Is the Warmest Color / La Vie d'Adèle



Bir süredir merakla beklediğim bir filmdi. İlk olarak Lea Seydoux'un mavi saçlarından dolayı ilgimi çekmişti. 
Filme gelirsek genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Hatta sonu o denli gerçekçiydi ki, baya baya üzdü beni. 


Konu Adele'in hikayesi. Ergenliği ve kadınlığa adım atarken lezbiyenliği ile tanışmasını, o sürede yaşadığı kafa karışıklıkları, bunalımları, yabancılık hissini anlatıyor. 

Adele ile dolaşıyor, onun hayatından bir kesiti yaşıyoruz. 

Film Adele'in okul yoluna düşmesiyle başlıyor. Son derece kendi halinde, içine kapanık, yargılayıcı bir arkadaş çevresinde yaşayan biri. 
Özellikle o arkadaşları çok sinir etti beni. O nasıl özel hayata karışmaktır arkadaşım size ne? 

Ondan hoşlanan bir çocukla görüşmeye başlar, seks yaparlar lakin Adele hiç mutlu değildir, bu daha çok bunalıma sokar onu. 
Bir gün karşıdan karşıya geçerken lezbiyen bir çift görür, mavi saçlı olanıyla küçük bir göz teması yaşar -ilk görüşte aşk denebilir buna- afallar bir anda. Kendini tatmin ederken hep o mavi saçlı kızı görür. 


Ve nihai son olarak erkek arkadaşından ayrılır, o sırada okulundan bir kız onu öpünce iyice emin olmaya başlar. Gay olan bir arkadaşıyla barlara takılır ve o mavi saçlı James Dean tavırlı Emma ile tanışır. Emma sanat öğrencisidir ve kısa sürede birbirlerine yakınlaşırlar. Adele Emma'ya değişik, komik ve sevimli gelir. Çevresindekilerden farklı, doğal ve komik tarzı onu direkt çeker. 



Sonra tabii malum sevişme sahneleri ile ilişkileri direkt olarak başlar. Öncelikle o sahneler olmalı mıydı, olmamalı mıydı o kısım tartışılıyor, lakin biri izlerken odama girseydi açıklayamazdım. Ama olmamalıydı da diyemem çünkü ne bekliyordunuz filmin başında uyarı yapılıyor, ayrıca kaç yaşında insanlarız. O sahneler aslında çiftin birbiri ile iletişimini ve ilişkilerinin yoğunluğunu gösteriyor. 

Adele ve Emma arasındaki sınıf farkı aslında filme ve ilişkilerine damgasını vuran şey. Asıl konu burada başlıyor. Emma burjuva bir aileden geliyor, evlerinde sürekli sanat konuşuluyor. Emma'nın ailesine yemeğe gittiklerinde çekinmeden ilişkilerini yaşıyorlar. Yemek olarak istiridye yeniyor, konuşulan konu hep sanat. Ayrıca Adele'in öğretmen olmak istemesine anlam veremiyorlar.

Adele'in ailesine geldiğimizde Emma'yı felsefe öğretmeni olarak tanıştırıyor, yemekte domates soslu makarna var ve babası ressamlığın meslek olduğuna inanmıyor. 

Bu sınıf farklılığı ortaya çıktıktan sonra Emma Adele'i bir cisme, şekle sokmaya çalışıyor, onu tam olarak kabullenemiyor. Adele ise onun sanat çevresine uyum sağlamaya çok gönüllü değil ki bence en güzel özelliği buydu. Çoğu kereler bir taraf bir ilişkide hep ayak uyduran taraf olamaya çalışınca yoruluyor, kendinden kaybediyor, kişiliğini yitiriyor. Adele ilişki sonrasında en azından istediği işini yaptı o şekilde ilerledi. 

O Emmanın arkadaşlarına verdikleri yemek zaten kırılma noktası resmen kızın her şeyi yapması, üstüne evi toplayıp, bulaşıkları yıkaması, Emma'nın ise içeride yatmış dergi okuması beni çileden çıkardı. Bu nedir ya hem ayakları üstünde dursun, daha sanat iç içe olan biri olsun diye iste sonra kızı köle gibi çalıştır. Çok sinir olmuştum oraya. 

Sonra ayrılık sahnesi beni benden aldı. Çok gerçekçi ve üzücüydü. Yine sınıf farklılıkları baş gösterdi, Emma'nın da muhtemelen yaptığı o aldatmayı Adele yapınca fahişe oldu. Kapıya konan kişi oldu. 


Ondan sonra Adele'in bunalımlı zamanları, öğretmenlik hayatı başlıyor. Artık yıllar geçmiş, ergen değil, ayakları üstünde duran genç bir kadın. Emma ile buluşur, tekrar birlikte olmayı ister, ama artık her şey değişmiştir. Emma aralarındaki farkı görmüş, rahat sanat yaşamını bırakmayı istemez. Malum Lise ile beraberdir, ağız dolusu ressamların birlikteliği ile söz edilen burjuva bir yaşamı vardır. Bir yanı Adele'i halen severken onunla olamaz. 

Filmin en vurucu yeri orasıydı. Resmen gözlerimin Adele ile birlikte dolduğu, bir kırık hissettiğim tarafı işte. 

Rahatça söyleyebilirim ki, eğer filmde o olay sevişme sahneleri olmasaydı, kadın ve erkek arasında geçseydi, resmen "ay aynı bizi anlatıyoor, çok üzüldüm ama kendimi de buldum" diye yılın filmi seçerdi bazıları. Ama lezbiyen olunca üstüne üstlük destursuz, pozisyon  pozisyon sevişince "ay bu ne be hiçbir şey anlamadım, iğrençti" demeleri gayet ironik geldi bana. 

Bir aşkı gayet yalın ve net bir şekilde özgürlüğün rengi mavi ile bezeyip önümüze sunmuş yönetmen. Ben bu filme kadar mavinin özgürlüğün rengi olduğunu hiç düşünmemiştim. Çok çok severim halbuki.

 Maviyi filmde her yerde görüyoruz, Adele'in erkek arkadaşından ayrılırken üstünde oturduğu bankta, Emma'da, LGBT yürüyüşündeki mavi dumanda, First Aid Kit'inde, sahilde, sergiye giderken giydiği kıyafette. Bir yerden sonra mavi her tarafta. 
En baş karakter mavi aslında. Sıcacık mavi, buz gibi mavi. 

Bana bir yandan da film Moonlight Sonata'yı çağırıştırdı. İlişkinin ilk başlarındaki o coşkuyu, sonra ayrılığı, ayrılıktan sonraki buhranı, yeniden olabilir miyiz umudunu ve nihai kabullenişin panoraması. 

Ve en sonunda Adele sergi salonundan tamamen bir kabullenişle ve tam anlamıyla büyümüşlükle çıkıyor. 



Yani 10 üzerinden rahat 8,5 veririm ve beğenenlere katılırım. 
Ödül alması gayet normalmiş. 
Oyunculuklar çok çok iyi, Adele Exarchopoulos o kadar doğal oynamış ki, oynadığı karakterin ruh haline direkt olarak girmiş. Oyuncuların bu filmde inanılmaz zorlandıklarını anlattıkları röportajları mevcut.  Lea Seydoux'da daha serseri görünebilmek adına James Dean, Marlon Brando filmleri izlemiş bol bol. Ve o havayı gayet layığıyla vermiş. Çok sevdim iki oyuncuyu da, bundan sonra takipte olacağım kendilerini.   

İnsana mavinin tonlarında bir üç saat yaşatan kırılgan bir film. Soundtracki'de sağlam, damgayı "I Follow Rivers" vuruyor. Hatta filmin en güzel ve kayıtsız sahnesi orası. 


Tumblrda gezerken Emma ve Adele'i yansıtan bu çizimleri görünce eklemeden edemedim. Hiçbir detayı atlamamışlar. 






İyi Seyirler...


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

iiiiİİİiiiİİİiiiiİİİİiiiiİİİİiiiiİİİ!

Çılgınlar gibi Friends izlediğimi biliyorsunuz. Bir yandan bitmesin diye kendimi frenlemeye çalışsam da olmuyor. En nihayetinde bitecek.

Eğer izlemediyseniz bundan sonrası SPOİLER

En sevdiğim iki sahneyi buraya ekleyeyim dedim. Yani en çok güldüğüm, hatta gülmekten ağladığım bölümler.

Biri 7. sezondan 15. The One with Joey's New Brain bölümü.
Daha önce bloopers'ını izlemiş olsam da bölüm geldiğinde nefesim kesilircesine güldüm. Sonra Selin bloopers'ını gönderdi ona daha çok güldüm, 284858 defa izledim Chandler yani Matthnew Perry'nin suratını gördükçe krize girdim. Zaten Jennifer Aniston defalarca gülmüş, en az güldüğü sahneyi eklemişler -ki belli oluyor-
Phobe zaten başlı başına olay.




Diğeri de 8. sezonun 2. bölümü The One with the Red Sweater.
Rachel 1 aylık hamile ama ellerinde kırmızı süveterli biri olduğuna dair ip ucu var. Sonra Ross kırmızı süveteri görüyor aa kaybolmuştu 1 ay önce diyor ve anlıyorlar babayı.

Buradaki en efsane sahne ise Joey'in anladığında oluşan suratı. Gecenin bir yarısı kahkahalarla yataktan düşürecek cinsten.





Bir şeye çılgınca şaşırdığımda aklıma bu ifade gelecek artık 

Sanırım bu diziden sonra hiçbir diziye kahkahalarla gülemeyeceğim. Olmayacak 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Mistresses




Yaz sezonunun dikkat çekici dizilerinden Mistresses sezon sonu finalini yaptı. Ama ne finaldi öyle. 

Eğer Sex and the City, Lipstick Jungle ve Desperate Housewifes severseniz bu dizi biçilmiş kaftan. Hepsinden biraz biraz var. 

Diziye baktığımız zaman ismi çok dikkat çekiciydi. İnsan bir sürü metres falan bekliyor lakin çok fazla yok. Tamam bir Karen var. Aldatılma var bol miktarda. 

İlk başta bol bol sevişme var ki sonlara doğru pek göremiyoruz. 



Savi, Joss, April ve Karen eskiden beridir çok yakın olan arkadaşlar. Savi ve Joss zaten kardeş. 
Karen ile bir süre bağlantılarını koparmış olsalar da, sonra tekrar görüşmeye başlıyorlar. Karen bu bu süre zarfında dizinin ismine yaraşacak şekilde hastalarından biriyle metres hayatı yaşamış, ünlü bir psikiyatr. Lakin adam ölünce bu yaşadığı yavaş yavaş çorap söküğü gibi ortaya çıkıyor ve başı belaya giriyor. Çoğu yerde kızdığım bir karakterdi. Yapma Karen yapma dediğim çok oldu. Sezon finalinde de aynı şekilde. Karen'ı Lost'tan tanıyoruz. Yunjin Kim kuğu gibi bir kadın esasen. 

Savi ise uzun zamandır çocuk yapmaya çalışan başarılı bir avukat. Kocası ile bunu sürekli deniyorlar lakin olmuyor. Beraber çalıştığı Dom ise aklını başından alıyor ve kocasının resmen başından savdığı bir gün Dom ile beraber oluyor. Olaylar karışıyor tabii. 

April ise kocasının ölümünden sonra kızıyla ayakta kalmaya çalışan iyi niyetli bir kadın. Tabii onunda başı dertten kurtulmuyor bir türlü. 

Veee içlerinde en sevdiğim Joss. Savi'nin amaan ya Joss iste diye bakılan kardeşi. Flörtçü, önüne gelenle yatan, bağlanmayan neşeli, esprili, eğlenceli bir hanım kızımız. 
İçlerinde bence en kırılgan ve duygusal olanı. Sürekli birileriyle yattığı için hiç kız arkadaşı yok, tek sahip olduğu ablasının arkadaşları. Bir lezbiyen müşterisinin yakınlığı onun arkadaş ve ciddi ilişki isteğini canlandırıyor. Alex ile arkadaş olmak istiyor, o ise Joss'tan hoşlanıyor. Oda olur diyor, sırf arkadaş olabilmek adına ilişki içine giriyor. O haline üzüldüm gerçekten. Patronu Olivier'e ise bayıldım, adam çok Cooldu. Özellikle de DeLorean'ı görünce resmen hayran oldum adama. 


Güzel diziydi, sezon finali ise heyecanlıydı. Tavsiye eder, finalde çalan Gin Wigmore şarkısıyla baş başa bırakırım sizi. 


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Orange is The New Black



Bir sezonunu bitirdiğim hapishane konulu diziyle devam edeyim. Bu seferki dizimiz Rectify gibi hüzünlü değil. 
Orange is The New Black Weeds dizisinden tanınan Jenji Kohan'ın elinden çıkmış. Esasen true story hikayesi.

Esas kızımız Piper Chapman iyi eğitim almış 30larında nişanlısıyla mutlu mesut yaşayan biridir. Lakin geçmişi onu bırakmaz, eskiden yaşadığı lezbiyen ilişki ve bu ilişki sırasında sevgilisi için uyuşturucu kuryeliği yaptığı için başı belaya girer ve kısa bir süre hapse düşer. 

Piper'ın orada yaşadıklarını ve hapishane hayatını konu alıyor dizi. 

Ben şahsen severek izledim. Efsane dizi OZ ile kıyaslamışlar o kadar değil. Hatta hiç değil. Öyle bir beklenti ile başlıyorsanız, beklentilerinizi bir kenara bırakın. 

Ve aşağıda dizi ile ilgili spoilerlar verebilirim. İzlemeyenler o kısmı okumasın bir zahmet. 



Şimdi Piper Chalpman'a gelelim. Kıza başlarda çok acımıştım üzülmüştüm, aptallığı yüzünden günlerce aç kaldı, alışamadı bir türlü ortama. Ama sonlara doğru ciddi anlamda sinir oldum. Başına gelenler tamamen kendi beyinsizliği yüzünden çünkü. Nişanlısı Alex ismini vermedi diyince Alex'in kollarına koştu, birinden yüz bulamayınca öbürüne gitti. Hele şu kaçık İsa manyağı kızı akıl hastanesine yollayıp, sonra kendini önemli göstermek adına çıkarttırması falan acayip sinir oldum. Kız çıkınca bu onurlu hareketi adına kollarına mı koşacaktı? Hatun deli, normal değil, bu halen iyilik güzellik peşinde. Son bölümde Piper'ın ilgi açlığı o denli rezil durumlara geldi ki, gerçekten ihtiyacı olduğunda herkes yanından kovdu. 
O yüzden baş karakteri sevmedim. 


Ama Alex Vause! 
Laura Prepon müthiş iş çıkarmış. Hatta fasılasız şimdiye kadar en iyi oynadığı rol. That's 70s'de son derece vasattı ama dizi güzeldi. October Road'da ise çakma bir Peyton Sawyerdı. Burada ise tam olmuş. Kendine bu rol gitmiş fazlasıyla. Cool'uktan ölecek resmen. Bir 5 bölüm daha olsaydı Melda'nın Mad Mikkelsen sevgisi gibi bende Alex Vause sevgisi yaşayacaktım :)

Hatunun gözlüğü efsane oldu resmen. Alex ilk bölümlerde Piper'ın hatası olarak görülürken, sonlara doğru hayatı, yaşadıkları ile kendini sevdirdi. 

Önceleri Alex'in yanlış yaptığını görürken sonra Piper'ın -bence- onu resmen kullandığını görüyoruz. 


Ve nişanlı Larry. Jason Bigss şu eli şeyinde imajından bir türlü kurtulamadı yıllardır. Burada da aynı modlarda görüyoruz kendisini. Çok sinir oldum bu adama alsın Piper'ını gitsin. Bu denli düşüncesiz bir adam anca bulunurdu. Katıldığı radyo programında hapishane'nin tüm dedikodularını tekli çiftli yetiştirdi. Nişanlısını ne denli zor bir duruma düşüreceğini düşünmedi bile. 
Hele Alex'le son bölümde konuşmasına koptum. Kız boy olarak da, kişilik olarak da ondan on gömlek üstün. 

Şimdi gelelim diğer karakterlere. Hepsini yazamayacağım ama benim enlerimi topladım :) 

"Tsystee" en sevimli karakterdi. Hoş açıkçası zencilerin hepsini çok sevdim, gruplar arasında favorim onlardı. 

Evet hapishanede beyazlar, zenciler, asyalılar, latinler gibi gruplaşmalar var normal olarak. 
Taystee Piper'ın saçından bir tutam kestirip kendine ekletmişti en süper oradaydı. Gerçi kadının her repliği ayrı olay. Bu bir ara çıktı dışarı, orada yapamadı saçma sapan bir suç işleyip geri döndü. 







Nicky Nichols favorilerimdendi yine. Kadından acayip bir anaçlık akıyor. Anne ilgisi görememenin sonuçlarından olsa gerek. Alex ile iyi takım oluşturdular, ikinci sezon onları birlikte görmek istiyorum.


Crazy eyes.
Bu kadın en çılgın karakterdi. En şaşırdığım tarafı insanların ona neden Crazy eyes dediklerini anlamamasıydı. Onun bölümlerinde çok güldüm ya. En sonunda Piper'a da lafı geçirdi canım benim :)   


Eheh dizinin en cool'u dermişim. Adamın orijinal haline bakınca şok geçirdim porno bıyığı meğerse nasıl değiştirmiş. Başlarda aşırı itici olan karakteri son iki bölümde acayip romatikleşti. İkinci sezonda Daya'nın peşini bırakmaz, çocuğu da aşırı sahiplenir. Yani kıza verilen o saçma akıl hiç işe yaramadı. 


Yani demem odur ki, 13 bölümlük bu diziyi şiddetle tavsiye ederim. 
Hele Regina Spektor imzalı jenerik müziğine aşık olacaksınız. 

Son olarak Alex ile veda edeyim. 

İyi seyirler...


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Adam

“En sevdiğim çocuk kitabı, uzak bir asteroid’den Dünya’ya gelen küçük bir prensle ilgiliydi. Uçağı kaza yapıp çöle düşen bir pilotla tanışıyordu. Küçük prens pilota pek çok şey öğretiyordu. En çok da sevgiyle ilgili şeyler. Babam her zaman küçük prens gibi olduğumu söylerdi. Ama Adam’la tanıştıktan sonra başından beri pilot olduğumu anladım.”

Adam filminin ilk repliği…


"Empati gösteriminin eksikliği büyük ihtimalle Asperger sendromunun en önemli fonksiyon bozukluğudur. AS’i olan bireyler sosyal etkileşimin en temel noktalarında zorluklar çeker, bunlar arkadaşlık kurmakta başarısızlık, diğerleriyle kendiliğinden gelişen ilgilerden ya da başarılardan zevk alma, sosyal ve duygusal karşılıklılık eksikliği, ve göz teması, yüz ifadesi, duruş, ve el hareketleri gibi sözel olmayan davranış eksiklikleridir.
Otistiklerin aksine AS’li insanlar genellikle kendi içlerine kapanık değildir, beceriksizce de olsa başkalarına yaklaşırlar, örneğin favori konuları hakkında tek yanlı, uzun soluklu bir konuşmaya başlarlar ama dinleyicilerinin sıkılma ya da bir an önce oradan ayrılma gibi tepkilerinin ve duygularının belirtilerinin farkına varmazlar. Bu sosyal beceriksizlik "aktif ama garip" olarak adlandırılmıştır. Sosyal etkileşime uygun olarak tepki vermekte bu başarısızlık başkalarının duygularını önemsememe gibi görülebilir ve hassas olmadıkları kanısına varılabilir. AS’li çocukların bilişsel yetileri sıklıkla laboratuar ortamında sosyal normları anlamalarına izin verir,yani başkalarının duyguları hakkında teorik bilgileri anladıklarını gösterebilirler ama gerçek yaşamlarında bu bilgilerini kullanarak davranmakta zorluk çekerler. AS’li kişiler sosyal etkileşimi gözleyerek yaptıkları analizle katı davranışsal ilkeler kurabilir ve bunları beceriksizce, katı ve sosyal yönden naif bir şekilde uygulayabilirler, örneğin zorla göz teması kurmak gibi. Arkadaşlık için çocuklukta duyulan arzular, başarısız sosyal karşılaşmalar sonucu körelebilir.
AS’li bireylerin şiddet içeren ve suç oluşturan davranışlara meyilli olmaları varsayımı incelenmiş ve verilerle desteklenmediği bulunmuştur. Çok sayıda kanıt, AS’li çocukların suç işlemekten çok mağdur olduklarını göstermektedir.

Wikipedi"

Adam asperger sendoromlu çok zeki bir mühendistir. Günün birinde babası ölür ve yan komşu olarak Beth taşınır. Adam'ın farklılığı Beth'i etkiler.. Beraber olmaya başlarlar bir süre sonra, yalnız Adam ona çok fazla bağlanmıştır, bu bağlanış aşktan öte gerekliliği getirdiği için Beth yollarını ayırır...

Film asperger sendromuna güzel bir bakış açısı sağlıyor. Sendromun kendisi gibi dürüst ve yalın. En beğendiğim olayı ise klasik romantik filmlerdeki gibi bitmeyişi. Gerçek hayatla bağlantılı bir nevi.
Karakterler yollarını ayırıp, ayrı ayrı birbirlerini düşünürler ama kendi hayatlarına bakarlar.
Adam Beth'den çok şey öğrenir, Beth'de Adamdan...
İlk replik gibi pilotur hep başından beri.

Bu filmi izleyince bende kendimin pilot olduğumu gördüm.
Ve Beth'i iyi anladım. Hemde çok çok iyi...

Çok gerçekçi ve huzur dolu bir film izlemek istiyorsanız tavsiye ederim..

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS