Blogger tarafından desteklenmektedir.
RSS

Blue Is the Warmest Color / La Vie d'Adèle



Bir süredir merakla beklediğim bir filmdi. İlk olarak Lea Seydoux'un mavi saçlarından dolayı ilgimi çekmişti. 
Filme gelirsek genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Hatta sonu o denli gerçekçiydi ki, baya baya üzdü beni. 


Konu Adele'in hikayesi. Ergenliği ve kadınlığa adım atarken lezbiyenliği ile tanışmasını, o sürede yaşadığı kafa karışıklıkları, bunalımları, yabancılık hissini anlatıyor. 

Adele ile dolaşıyor, onun hayatından bir kesiti yaşıyoruz. 

Film Adele'in okul yoluna düşmesiyle başlıyor. Son derece kendi halinde, içine kapanık, yargılayıcı bir arkadaş çevresinde yaşayan biri. 
Özellikle o arkadaşları çok sinir etti beni. O nasıl özel hayata karışmaktır arkadaşım size ne? 

Ondan hoşlanan bir çocukla görüşmeye başlar, seks yaparlar lakin Adele hiç mutlu değildir, bu daha çok bunalıma sokar onu. 
Bir gün karşıdan karşıya geçerken lezbiyen bir çift görür, mavi saçlı olanıyla küçük bir göz teması yaşar -ilk görüşte aşk denebilir buna- afallar bir anda. Kendini tatmin ederken hep o mavi saçlı kızı görür. 


Ve nihai son olarak erkek arkadaşından ayrılır, o sırada okulundan bir kız onu öpünce iyice emin olmaya başlar. Gay olan bir arkadaşıyla barlara takılır ve o mavi saçlı James Dean tavırlı Emma ile tanışır. Emma sanat öğrencisidir ve kısa sürede birbirlerine yakınlaşırlar. Adele Emma'ya değişik, komik ve sevimli gelir. Çevresindekilerden farklı, doğal ve komik tarzı onu direkt çeker. 



Sonra tabii malum sevişme sahneleri ile ilişkileri direkt olarak başlar. Öncelikle o sahneler olmalı mıydı, olmamalı mıydı o kısım tartışılıyor, lakin biri izlerken odama girseydi açıklayamazdım. Ama olmamalıydı da diyemem çünkü ne bekliyordunuz filmin başında uyarı yapılıyor, ayrıca kaç yaşında insanlarız. O sahneler aslında çiftin birbiri ile iletişimini ve ilişkilerinin yoğunluğunu gösteriyor. 

Adele ve Emma arasındaki sınıf farkı aslında filme ve ilişkilerine damgasını vuran şey. Asıl konu burada başlıyor. Emma burjuva bir aileden geliyor, evlerinde sürekli sanat konuşuluyor. Emma'nın ailesine yemeğe gittiklerinde çekinmeden ilişkilerini yaşıyorlar. Yemek olarak istiridye yeniyor, konuşulan konu hep sanat. Ayrıca Adele'in öğretmen olmak istemesine anlam veremiyorlar.

Adele'in ailesine geldiğimizde Emma'yı felsefe öğretmeni olarak tanıştırıyor, yemekte domates soslu makarna var ve babası ressamlığın meslek olduğuna inanmıyor. 

Bu sınıf farklılığı ortaya çıktıktan sonra Emma Adele'i bir cisme, şekle sokmaya çalışıyor, onu tam olarak kabullenemiyor. Adele ise onun sanat çevresine uyum sağlamaya çok gönüllü değil ki bence en güzel özelliği buydu. Çoğu kereler bir taraf bir ilişkide hep ayak uyduran taraf olamaya çalışınca yoruluyor, kendinden kaybediyor, kişiliğini yitiriyor. Adele ilişki sonrasında en azından istediği işini yaptı o şekilde ilerledi. 

O Emmanın arkadaşlarına verdikleri yemek zaten kırılma noktası resmen kızın her şeyi yapması, üstüne evi toplayıp, bulaşıkları yıkaması, Emma'nın ise içeride yatmış dergi okuması beni çileden çıkardı. Bu nedir ya hem ayakları üstünde dursun, daha sanat iç içe olan biri olsun diye iste sonra kızı köle gibi çalıştır. Çok sinir olmuştum oraya. 

Sonra ayrılık sahnesi beni benden aldı. Çok gerçekçi ve üzücüydü. Yine sınıf farklılıkları baş gösterdi, Emma'nın da muhtemelen yaptığı o aldatmayı Adele yapınca fahişe oldu. Kapıya konan kişi oldu. 


Ondan sonra Adele'in bunalımlı zamanları, öğretmenlik hayatı başlıyor. Artık yıllar geçmiş, ergen değil, ayakları üstünde duran genç bir kadın. Emma ile buluşur, tekrar birlikte olmayı ister, ama artık her şey değişmiştir. Emma aralarındaki farkı görmüş, rahat sanat yaşamını bırakmayı istemez. Malum Lise ile beraberdir, ağız dolusu ressamların birlikteliği ile söz edilen burjuva bir yaşamı vardır. Bir yanı Adele'i halen severken onunla olamaz. 

Filmin en vurucu yeri orasıydı. Resmen gözlerimin Adele ile birlikte dolduğu, bir kırık hissettiğim tarafı işte. 

Rahatça söyleyebilirim ki, eğer filmde o olay sevişme sahneleri olmasaydı, kadın ve erkek arasında geçseydi, resmen "ay aynı bizi anlatıyoor, çok üzüldüm ama kendimi de buldum" diye yılın filmi seçerdi bazıları. Ama lezbiyen olunca üstüne üstlük destursuz, pozisyon  pozisyon sevişince "ay bu ne be hiçbir şey anlamadım, iğrençti" demeleri gayet ironik geldi bana. 

Bir aşkı gayet yalın ve net bir şekilde özgürlüğün rengi mavi ile bezeyip önümüze sunmuş yönetmen. Ben bu filme kadar mavinin özgürlüğün rengi olduğunu hiç düşünmemiştim. Çok çok severim halbuki.

 Maviyi filmde her yerde görüyoruz, Adele'in erkek arkadaşından ayrılırken üstünde oturduğu bankta, Emma'da, LGBT yürüyüşündeki mavi dumanda, First Aid Kit'inde, sahilde, sergiye giderken giydiği kıyafette. Bir yerden sonra mavi her tarafta. 
En baş karakter mavi aslında. Sıcacık mavi, buz gibi mavi. 

Bana bir yandan da film Moonlight Sonata'yı çağırıştırdı. İlişkinin ilk başlarındaki o coşkuyu, sonra ayrılığı, ayrılıktan sonraki buhranı, yeniden olabilir miyiz umudunu ve nihai kabullenişin panoraması. 

Ve en sonunda Adele sergi salonundan tamamen bir kabullenişle ve tam anlamıyla büyümüşlükle çıkıyor. 



Yani 10 üzerinden rahat 8,5 veririm ve beğenenlere katılırım. 
Ödül alması gayet normalmiş. 
Oyunculuklar çok çok iyi, Adele Exarchopoulos o kadar doğal oynamış ki, oynadığı karakterin ruh haline direkt olarak girmiş. Oyuncuların bu filmde inanılmaz zorlandıklarını anlattıkları röportajları mevcut.  Lea Seydoux'da daha serseri görünebilmek adına James Dean, Marlon Brando filmleri izlemiş bol bol. Ve o havayı gayet layığıyla vermiş. Çok sevdim iki oyuncuyu da, bundan sonra takipte olacağım kendilerini.   

İnsana mavinin tonlarında bir üç saat yaşatan kırılgan bir film. Soundtracki'de sağlam, damgayı "I Follow Rivers" vuruyor. Hatta filmin en güzel ve kayıtsız sahnesi orası. 


Tumblrda gezerken Emma ve Adele'i yansıtan bu çizimleri görünce eklemeden edemedim. Hiçbir detayı atlamamışlar. 






İyi Seyirler...


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

0 yorum:

Yorum Gönder